babanın ölmesi

benden yazar olmaz
her insan için acı bir olay; kuşkusuz...

özellikle babasıyla iyi geçinemeyenler, okusunlar... yarın çok geç olabilir...

38 yaşındayım, küçüklüğümden beri babamla pek çok konuda sürtüşürdük. o hep kendisi gibi mühendis olmamı isterdi. ben ise müziğe ve şiire ilgi duydum. üzerine iletişim fakültesi kazanıp sosyal bilimlere yönelince, istediğinin tam zıttı bir konumda pozisyonlanmış oldum. ergenliğimden beri aramızda geçen bunalımların nedeninde babamın istediği yönde ilerlememiş olmam ve beni bu sebeple cezalandırırcasına (belki de ben öyle olduğunu hissediyordum) taleplerimi karşılamamış olması yatıyordu, diyebilirim. bu hissiyat bende yalnızlık hissi uyandırıyor ve beni daha da hırçınlaştırıyordu. aslında babam, bana direkt olarak hiç karışmazdı. ille de "şu bölümü yazacaksın" diyen insanlardan olmadı ve beni özgür bıraktı. ama şurası bir gerçektir: babam, aklına yatmayan şeyleri değersiz olmakla atfeden bir insandı. buna benim çabuk parlayan karakterim de eklenince fırtına kaçınılmaz oluyordu. zaman, ilerledikçe ve biriktirdikçe, babamla benim aramdaki mesafeyi daha da açtı, o benden vazgeçmişti, ben de ondan... aslında onun kuşağındaki hemen hemen herkes böyledir, şahsına has olduğundan değil, belki de insan, yaşlandıkça önyargılar kazanıyor ve kendince evladını koruyabilmek adına, onu inandığı yoldan çevirip doğru yola erdirmeye çalışıyor, bu da onun suçu değil (bunu yeni yeni ve daha iyi anlıyorum, aslında anladığımı sanıyormuşum, evet, geç oldu).

ben büyüdükçe aramızdaki çatışmalar daha da arttı. evet, aramızda adı konulmamış bir sevgi vardı, ama uzaktan bir sevgiydi bu, dargın ve yer yer kızgın bir sevgiydi... tartışmaktan fırsat bulduğumuzda birbirimize güzel sözler de söylerdik, ama muhakkak üçüncü cümleden sonra bu güzel sözler bile atışmaya dönerdi... orada susar, birbirimizden uzaklaşırdık... kimbilir, benden beklentileri çoktu, ben onun en büyük oğluydum... üniversitedeyken yaz tatillerinde yaz okullarını bahane ederek eve gelmiyordum. elden geldiğince evden uzak tutuyordum kendimi. kendi adıma küçüklüğümden beri biriktirdiğim kırgınlıklarım vardı. artık benim için çok geç olmakla birlikte, küçüklüğümden beri ideal baba oğul ilişkisini, beraber balığa çıkan, birlikte top ve tavla oynayan, kısacası arkadaşça bir ilişki biçiminde idealize etmiştim. bunları pek yaşayamadım. babamla öyle çok içli dışlı olamadım. olmayı için için çok istedim belki ama, bunun için çok emek vermedim, çok sabretmedim, çoğu zaman erken parladım, burnumdan kıl aldırmadım fazla... şimdi daha iyi anlıyorum, aslında kendi kuşağının ve döneminin gerçekliği açısından değerlendirirsem, babam, kuşağına göre son derece iyi bir babaydı. bilen bilir, babam elazığ'ın maden ilçesindendir ve zazalar törelerine fazlasıyla bağlıdırlar. üzerine 1943 doğumludur. nüfusa geç yazıldığını varsayalım, 1940 olsun halamların dediğine göre... kendi babası, yani dedem tarafından hiç okşanmamış, babasının kendisinden bir talebi olduğunda bunu annesinden duymuş, babasının yanında -bacak bacak üzerine atmak ne kelime- hazır olda durmuş bir insandan bahsediyoruz. ben ise onu kız arkadaşımla tanıştırabilmiştim, -kızmakla ve bir iki laf söylemekle birlikte- evde içki içmeme dahi çok karışmazdı... evine çok bağlıydı, gözü asla dışarıda olmadı. hayatımdaki en mutlu anlarımdan biri, belki de hep öyle sürmesini istemiş olmamdan, bana bisiklet sürmesini öğrettiği andır. beş ya da altı yaşındaydım, bisikletimin selesini tutarken "baba bırak" dedim, dünyalar benimdi, kendi başıma sürüyordum...

25 ağustos 2011, 04:40 civarı...

eskişehir'de arkadaşımın evindeydim... telefonum o saatte niye çalsındı ki? baktım, kardeşim arıyordu...
"abi, babam, izmir dikili kavşağında karşıdan karşıya geçerken tır çarpması sonucu hastaneye kaldırılmış." ... sabah ilk otobüsle izmir'e gitmek üzere hazırlanırken kardeşim tekrar aradı. "abi, ben alıştıra alıştıra söylemek istedim, babam... öldü... (o anda yaşadığım şokun 32 senelik hayatımda bir benzeri daha yoktur) ben izmir'e babamın cenazesini almaya gidiyorum, sen önden elazığ'a git ve cenaze işlemlerini başlat..." ... boğazım düğüm düğüm oldu. "kapat" dedim, "biraz sonra arayayım seni.... "

evin içinde çobanını kaybetmiş koyundan farksız... ayağım bir yere gidiyor, aklım "ayağım niye buraya gidiyor" der gibi, elim bir yere savruluyor... "otur!" dedim, oturdum... "baba, baba, baba, babaaa"... diye başlayan ağlamalar... sahi ben babam için ağlayacak mıydım? ... sabahın ilk ışıkları, caddeler bomboş, gara gittim. hızlı trene binip ankara'ya, oradan da esenboğa'ya vardım. sahi ben uçağa binmekten de çok korkardım, babam için uçağa mı binecektim.... söyleseler inanmazdım... heyhat...

cenaze namazı, tabutu omuzlayıp cenaze aracına yerleştirdikten sonra oluşan konvoy, kardeşimin kefeni baş ucundan tutup babamı mezara koyması, babamın mezarına attığım ilk toprak; haberi duyduğumdan beri yaşadığım her şey, aldığım her nefes ve etrafımı çevreleyen tüm kainat, sanki bir rüya gibiydi, ta ki babamın mezar taşını görene dek... imam gitti, etraftaki kalabalık dağıldı, kala kala üç beş akraba, annem, kardeşim ve babamım mezarı, baş başa kaldık...

taziyesi, mevlüdü, sadakası, bir hafta on güne yayılan şok dönemi derken aradan uzunca zaman geçti... elimden geldiğince mezarına gidiyorum, yine tartışıyoruz... en son mezarına gittiğimde mezarının başına oturmamla birlikte ufaktan yağmur çiselemeye başladı ve gariptir, mezarlıktan çıkınca yağmur kesildi. şehrin başka bir yerine de yağmadı... yağmuru çok sevdiğimi de bilir, izlerken "çiftçi mi olacaksın" diye takılır, kendince şaka yapmayı severdi. yine takıldı galiba bana, gülümsedi belki, kimbilir...

... onu çok özledim.
ve eğer şimdi, yanımda olsaydı,
ona sıkı sıkı sarılır, ciğerimin en dibine kadar koklar,
"babam" derdim...
eğer,
sizin için vakit çok geç değilse,
siz öyle yapın...
dubai vize izmir masaj izmir masaj salonu