altay öktem`in penguen`de yayınlanan ibretlik yazısının konu başlığıdır...
`insan hayatı erteleme ve ertelediği şeylere bir daha kavuşamama üzerine kuruludur. bu cümlenin fiilini çok sevdim; evet, insan hayatı kuruludur. çalar saat gibi. yemeye, içmeye, sevişmeye, evlenmeye, askere gitmeye, işe yetişmeye, para kazanmaya, kazandığını harcamaya ve ölmeye kuruludur. insanın nasıl biyolojik ritmi varsa, hayatın da toplumsal ritmi var. dakika şaşmaz. ritim bozulmaz.
oysa bozulmayan bir ritme kim katlanabilir? ritim, başlı başına bir bozukluktur zaten. gerçek bir bozukluk.
o yüzden hayatı ertelemeyi sevmiyorum. sokakta biri omzumdan tutup beni kendine çevirse ve `nereden geliyorsun?` diye sorsa, `kurbağaları ürkütmekten geliyorum,` derim. bunu hiç çekinmeden, damdan düşer gibi söylerim. yalan olup olmadığına aldırmam. çünkü kurbağaları ürkütmekten gelmenin yalan olan şekli bile güzeldir. çok güzeldir.
yıllar, yıllar önceydi... cümleye masal anlatır gibi başladım ama yunan trajedisi gibi bitireceğime eminim. sevgilimin biri, yani o zamanlardaki asli sevgilim yukarda başlık olarak kullandığım cümleyi söyleyivermişti yüzüme karşı. elbette o zamanlar bunun bir yazı başlığı olacağını bilmiyordum. öylesine söylenmiş bir söz, çarpık bir ideolojik yaklaşım olarak görmüştüm bunu. finaller bitsin, sevişiriz demenin neresi ideolojik diye düşünüp şaşırmayın. hayatı ertelemek basbayağı politik bir tutumdur. sevişmeyi ertelemek ise en azından ayıptır. pis bir şeydir, aşağılayıcıdır, bunalıma sokucudur. genelde öyle midir bilmiyorum ama ben girdim bunalıma. şimdi gencecik bir delikanlıyı bunalıma sokmak politik bir tavır değil midir? karşı tarafta yer almaktır en azından. görüyorsunuz, birlik beraberlik zor ama bölünmek kolay. sevişememek bile ortadan ikiye ayırabiliyor insanı.
demiştim ki sevgilime; finallerden sonra sevişmek, bir daha asla sevişememektir. çünkü sevişmek kurguya gelmez. ertelenmez. bana kalırsa ne finallerden önce, ne de sonra... tam da finaller esnasında sevişelim. tamam, hoca sınıftan atar bizi, düpedüz kalırız o dersten. ama biz de sınıfı atarız kafamızdan... atmanın, atılmanın sınırı mı var?
kız sırtını döndü ve onca güzel anıyı bir kalemde silip finallere hazırlanmak üzere kütüphanenin yolunu tuttu. sap gibi kaldım ortada. sınıfta da kaldım o sene, o ayrı... işte düzeyli ilişkim böyle bitti. (bu düzeyli lafını da mankenlerden öğrendim. kime tokmaklatsalar aramızda düzeyli bir ilişki var diyorlar. bu ne ya? beraber roman mı yazıyorsunuz? devlet senfoni orkestrasında yan flüt mü çaldırıyorsunuz birbirinize? altı üstü sevişiyorsunuz, sıkılınca da başka biriyle düzeyli ilişkiye geçiyorsunuz... bir önceki düzeyli ilişkiniz de gidip başka bir düzeyli ilişki kuruyor kendisine. düzey geçişken bir şey mi? kişiden kişiye, ondan ona bundan buna sıçrar mı böyle, bilemiyorum...)
ondan sonraki düzeyli ilişkilerimde de bu konunun üstünde büyük bir hassasiyetle durdum. hayatı ertelemenin zararları konusunda yatakta, banyoda, halk plajında, kumpircide... aklınıza gelebilecek her yerde nutuklar çektim sevgililerime. sonuçta hep terk edildim. yıllar sonra, ancak yıllar sonra anladım ki, kadınlar nutuk dinlemek değil yaşamak istiyor. hayatı bir proje gibi ele alıp teoriler üretmek filozofların işi. tamam, bazı kadınlar felsefeye de meraklıdır ama alıp baudrillard`ın kitabını okurlar, olmadı felsefe seminerlerine giderler. senle de romantik bir akşam yemeği yemeyi, kanepeye uzanıp, battaniyeyi de üstüne çekip sıradan bir aşk filmi izlemeyi isterler. herkes büyük lafları, etkileyici yorumları sever ama sevişmek için filozof aramaz kendine. çünkü sevişirken lafın değil, başka şeylerin büyüğü gerekir. lafla peynir gemisi yürümez demiş atalarımız. ne güzel demiş!
olan oldu işte. finallerden sonra sevişme fikrini etik ve estetik bulmadım... böylece, finallerden önce sevişemediğim gibi, sonra sevişme şansımı da kaybettim. belki düşündüklerim, söylediklerim doğruydu, ama ne anlamı var? çok doğru şeyler düşünen, etrafını da bu doğru bilgilerle aydınlatan, sonra da tuvalette penthause`ın resimlerine bakıp kendi kendine attıran birine kim madalya takar? dahi misin, yoksa salak mısın diye kendime sormayı da düşünemedim tabii. yıllar geçti, şimdi soruyorum işte. yaşlanmak böyle bir şey belki de. eskimiş kadınları hatırlamak, `keşke` dediğin şeyler için başını muhtelif duvar çıkıntılarına vurmak ve eskiden sormayı akıl edemediğin soruları temcit pilavı gibi ısıtıp ısıtıp kendine sormak... en doğru cevabı versen ne olur ki? tren kaçmıştır artık. ne kaçması ya... tren emekliye ayrılıp vagonları hurdacıya satılmıştır çoktan. şimdi hızlı trenler başlamıştır sefere. yirmi yıl önceki soruya şimdi doğru cevap verdin diye en şık kompartımanda sana yer ayıracaklarını mı sanıyorsun? olsa olsa tren düdüğü olarak kullanırlar seni. sen de etik ve estetik olarak karşı gelirsin bu fikre, teoride düdük olmanın yanlışlığı üzerine nutuk atarsın; bir yirmi yıl daha geçsin bak, bu sefer de niye düdük olmadım diye vurursun kafanı duvarlara.
insan, sevişmek için finallerin bitmesini bekleyen ve düdük olmaktan onur duyması gereken bir canlıdır. siz siz olun, finaller biter bitmez sevişmeye başlayın, birisi düdük olmanızı teklif ederse hiç itiraz etmeden düdük olun. yoksa bana benzersiniz ilerde. `