"abd'nin ortadoğu'ya silah satıp ortalığı karıştırası gelmiş" olarak yeniden kurulup adlandırılması gereken şehir.
dünyanın en salakça genellemelerinin başında gelir. bu mottoya sığınan ve aslında hiçbir bok bilmeyen pek çok insan kendini bu yolla kandırıp zevksizliklerine ve renksizliklerine bir kılıf bulur, karşılarındakine ızdırap olurlar.
alışveriş işleri dahilinde batısından doğusuna, kuzeyinden güneyine yapılan milli spor.
türkiye'de herkes peynirolog, herkes gurme, herkes ağzının tadını bilir.
türkiye'de herkes peynirolog, herkes gurme, herkes ağzının tadını bilir.
toplumun duygu sömürüsüne ve ajitasyona olan kanmışlığının en basit ispatıdır bu kimse.
yatları, katları, altında son model arabası, emrinde çalışan yüzlerce insan olmasına rağmen halen daha acıdan, yokluktan, terk edilmişlikten dem vurur. işin tuhafı, açlıktan ağzı kokan toplumumuz bu kimseleri çokça sever, onları aileden biri gibi görür, onların şarkılarıyla dertlenir, ağlar ve kendini avutur. sizce de bu işte bir sakatlık yok mu ya da ben mi çok takıyorum. şu ülkede bunlar için kendilerini ya da başkalarını kesip biçebilecek milyonlarca insan yaşıyor olması sizce de normal mi? yahu nasıl bir büyüdür bu, maya çalındığı her gölde hiç sekmeden tutup yoğurt oluyor?
be hey insan, bir eli yağda bir eli balda, her istedikleri ve her diledikleri ikilemeden gerçekleşen bu lüks içindeki insanların acı çektiklerine, acıdan kahrolduklarına, sen ben gibi "içimizden biri", "bizden biri" olduklarına falan inanıyorsan sen o zaman öl, geber, hemen şimdi as kendini.
yatları, katları, altında son model arabası, emrinde çalışan yüzlerce insan olmasına rağmen halen daha acıdan, yokluktan, terk edilmişlikten dem vurur. işin tuhafı, açlıktan ağzı kokan toplumumuz bu kimseleri çokça sever, onları aileden biri gibi görür, onların şarkılarıyla dertlenir, ağlar ve kendini avutur. sizce de bu işte bir sakatlık yok mu ya da ben mi çok takıyorum. şu ülkede bunlar için kendilerini ya da başkalarını kesip biçebilecek milyonlarca insan yaşıyor olması sizce de normal mi? yahu nasıl bir büyüdür bu, maya çalındığı her gölde hiç sekmeden tutup yoğurt oluyor?
be hey insan, bir eli yağda bir eli balda, her istedikleri ve her diledikleri ikilemeden gerçekleşen bu lüks içindeki insanların acı çektiklerine, acıdan kahrolduklarına, sen ben gibi "içimizden biri", "bizden biri" olduklarına falan inanıyorsan sen o zaman öl, geber, hemen şimdi as kendini.
(bkz: tunein)
muzurluk olsun diye yapılacak işlerden biri.
biraz dedikodu gibi olacak ama ayıptır söylemesi bizim yan dairede bir komşu var, adam pasaklı mı pasaklı, arabasını bayramdan bayrama ya temizler ya temizlemez. mahallenin yaramaz çocukları da boş durmaz tabi, sürekli bu adamın arabasının camına "beni yıka" vs. yazılar yazar, her gün bir çentik atanına, çentiklerin sayısının 25'e vardığına bile tanık olmuşluğum vardır ama gel gör ki adam gamsız mı gamsız anacım, hiç tınlamaz bu vaziyeti, her sabah, arabanın o haliyle çalışmakta olduğu devlet kurumuna `:evet bu adam memur bir de`o şekilde gider gelir... bu sabah evden çıkıp ekmek almaya giderken ne göreyim: araba karla kaplanmış ve üzerinde "artık beni yıkamasan da olur" yazıyor. artık mahallem çocukları "kar yağdı da arabayı temizlemekten yırttın" tarzı bir mesaj mı veriyor inceden inceye ya da arabayla empati kurup adama karşı arabeskvari bir tribe mi giriyor çözemedim ama on numara geyik olmuş sahiden.
biraz dedikodu gibi olacak ama ayıptır söylemesi bizim yan dairede bir komşu var, adam pasaklı mı pasaklı, arabasını bayramdan bayrama ya temizler ya temizlemez. mahallenin yaramaz çocukları da boş durmaz tabi, sürekli bu adamın arabasının camına "beni yıka" vs. yazılar yazar, her gün bir çentik atanına, çentiklerin sayısının 25'e vardığına bile tanık olmuşluğum vardır ama gel gör ki adam gamsız mı gamsız anacım, hiç tınlamaz bu vaziyeti, her sabah, arabanın o haliyle çalışmakta olduğu devlet kurumuna `:evet bu adam memur bir de`o şekilde gider gelir... bu sabah evden çıkıp ekmek almaya giderken ne göreyim: araba karla kaplanmış ve üzerinde "artık beni yıkamasan da olur" yazıyor. artık mahallem çocukları "kar yağdı da arabayı temizlemekten yırttın" tarzı bir mesaj mı veriyor inceden inceye ya da arabayla empati kurup adama karşı arabeskvari bir tribe mi giriyor çözemedim ama on numara geyik olmuş sahiden.
90'lara dair özlenen unsurlardandır. çoğunluğu kültürlü, dünyanın gidişatı ve sorunları ile ilgili, kitap okuyan, sorgulayan, eleştiren, apolitik olmayan, felsefeye, sosyolojiye, astronomi ve fizik gibi sayısal bilimlere meraklı, kendine has bir giyim tarzı, üslubu ve jargonu olan gençlikti.
kanımca bu gençliğin tedavülden kalkmasına neden olan ana unsur müziğin gün geçtikçe daha fazla meta olmaya başlaması, içeriğin değil şeklin daha fazla gideri olması, internetin ve mp3'ün yaygınlaşmaya başlamasıyla "underground" olgusunun tarihe karışır olmasıdır.
o dönemde sevilen bir müzik grubunun kasedini bulmak, yerde altın bulmaktan farksızdı. bir kaset alındığı zaman kaset eskimesin diye boş bir kasede çekilir, o kaset en az 100 kere ard arda dinlenirdi. böylece müzik tüm riflerine kadar ezberlenirdi. şimdilerde, 100lerce gb müzik arşivinin anlamları boşaltan bolluğunun içinde böyle bir özveri pek mümkün değil. bu gençliğin en büyük eğlencesi, çoğunluğu dağılmaya mahkum müzik grupları kurmak, bu gruplara sonu gelmeyen logolar ve albüm kapakları çizmek, geceleri bira ya da şarap eşliğinde tıkışılan bir odada müzik, aşk, siyaset vs.üzerine tartışmaktı. "zamanda yolculuk", "karadelik", "kuantum" gibi olgular en popüler tartışma konularıydı.
yine bu gençlik, 90'ların sonunda satanist olmakla itham edilmiş, dönemine göre çok fazla üzerine gidilen, 90'lar türkiye'sinde küpe takıp saç uzattığı ya da siyah giyindiği için çok fazla tacize maruz kalmış olan bir gençliktir.
şimdilerde evlenip çoluk çocuğa karışmıştır birçoğu. o günler, sadece özlenecek, bir daha asla geri gelmeyecek tarifsiz anılardan ibaret olmuştur. daha iyisi olabilir miydi, bu gençlik biraz çabuk mu yenilmiştir, belki de öyle ya da bilmiyorum.
kanımca bu gençliğin tedavülden kalkmasına neden olan ana unsur müziğin gün geçtikçe daha fazla meta olmaya başlaması, içeriğin değil şeklin daha fazla gideri olması, internetin ve mp3'ün yaygınlaşmaya başlamasıyla "underground" olgusunun tarihe karışır olmasıdır.
o dönemde sevilen bir müzik grubunun kasedini bulmak, yerde altın bulmaktan farksızdı. bir kaset alındığı zaman kaset eskimesin diye boş bir kasede çekilir, o kaset en az 100 kere ard arda dinlenirdi. böylece müzik tüm riflerine kadar ezberlenirdi. şimdilerde, 100lerce gb müzik arşivinin anlamları boşaltan bolluğunun içinde böyle bir özveri pek mümkün değil. bu gençliğin en büyük eğlencesi, çoğunluğu dağılmaya mahkum müzik grupları kurmak, bu gruplara sonu gelmeyen logolar ve albüm kapakları çizmek, geceleri bira ya da şarap eşliğinde tıkışılan bir odada müzik, aşk, siyaset vs.üzerine tartışmaktı. "zamanda yolculuk", "karadelik", "kuantum" gibi olgular en popüler tartışma konularıydı.
yine bu gençlik, 90'ların sonunda satanist olmakla itham edilmiş, dönemine göre çok fazla üzerine gidilen, 90'lar türkiye'sinde küpe takıp saç uzattığı ya da siyah giyindiği için çok fazla tacize maruz kalmış olan bir gençliktir.
şimdilerde evlenip çoluk çocuğa karışmıştır birçoğu. o günler, sadece özlenecek, bir daha asla geri gelmeyecek tarifsiz anılardan ibaret olmuştur. daha iyisi olabilir miydi, bu gençlik biraz çabuk mu yenilmiştir, belki de öyle ya da bilmiyorum.
yapılan anlaşma gereği sevgilisi ile "sadece 15 dakikalığına" alışveriş merkezine giren, ancak bu 15 dakikanın "aşkım şu kazak da çok güzel", "ama şu body de indirime girmiş" muhabbetleri etrafında yarım saate vardığını gören ve pişmanlık yasasından faydalanmak isteyen erkektir.
tahmin ettiğiniz gibi, türkiye'dir.
dün akşam, yorgun argın noktaladığım karlı bir günün sonunda tv'de biraz zaplayıp saçma sapan programlarda gezindikten sonra yine hışımla off düğmesine basıp kırarcasına savurdum uzaktan kumandayı... bir an olsun daldım, özel tv'lerin kurulduğu 90'lı yılların başından şu zamana kadar, kimlerin kimlerin çaldığını düşündüm hayatlarımızı bizlerden. "yazık" dedim her zaman olduğu gibi, "yazık bu insanlara, yazık bu topluma"...
38 yaşındayım ve hayli uzun zaman oldu bilirim, dışarı çıkmaya fazlaca geliri olmayan fakir fukara eğlencesidir şu tv'ler; annelerimiz sabahtan akşama kadar yapışır bunlara; babamızın ayda 7000 tl geliri olsaydı elbette o da bilirdi bizi bir akşam sinemaya, bir akşam tiyatroya ve bir akşam resim sergisinin açılışına götürmeyi... sırf parası yok diye, ayın sonunu zar zor getiriyor diye, parası olmadığı için kültürel olanaklardan yoksun diye, özel tv'ler çıktığından beri, tamı tamına 20 küsür yıldır izlemek zorunda mı insanlar `mehmet ali erbil` 'in düzeysiz esprilerini, `kuşum aydın`'ları, `esra ceyhan`'ları, `arto`'ları, `ajdar`'ları, `nihat doğan`'ları, `hülya avşar`'ın tüm dişilerle giriştiği amansız kavgaları, `ibrahim tatlıses`'in "allah cezanızı verecek" demelerini...
sen layık mısın kardeşim bu dayatmaya, hadi diyelim sen bilinçlisin, hasbelkader raslantısal olarak bir şekilde kendini bir yerlere getirdin -kaldı ki böylesine bir toplumda o entelektüel birikim dahi acılardan başka bir yere yaslanamaz, yaslansa da duramaz-, anan baban layık mı buna, değilse dayın halan layık mı bu saçmalığa?...
hayatımı yediniz a.k...
çok "saygı değer(!) ünlüler... sert ünsüz benzeşesiceler... topunuzdan,
bir halkı kasten ve bilinçli olarak hem yoksul hem cahil kılmaya dayandırdığınız şatafatlı hayatlarınızdan...
t-i-k-s-i-n-i-y-o-r-u-m...
* bir de bazı söyleşilerde "biz sanatçılar" demiyor musunuz...
dün akşam, yorgun argın noktaladığım karlı bir günün sonunda tv'de biraz zaplayıp saçma sapan programlarda gezindikten sonra yine hışımla off düğmesine basıp kırarcasına savurdum uzaktan kumandayı... bir an olsun daldım, özel tv'lerin kurulduğu 90'lı yılların başından şu zamana kadar, kimlerin kimlerin çaldığını düşündüm hayatlarımızı bizlerden. "yazık" dedim her zaman olduğu gibi, "yazık bu insanlara, yazık bu topluma"...
38 yaşındayım ve hayli uzun zaman oldu bilirim, dışarı çıkmaya fazlaca geliri olmayan fakir fukara eğlencesidir şu tv'ler; annelerimiz sabahtan akşama kadar yapışır bunlara; babamızın ayda 7000 tl geliri olsaydı elbette o da bilirdi bizi bir akşam sinemaya, bir akşam tiyatroya ve bir akşam resim sergisinin açılışına götürmeyi... sırf parası yok diye, ayın sonunu zar zor getiriyor diye, parası olmadığı için kültürel olanaklardan yoksun diye, özel tv'ler çıktığından beri, tamı tamına 20 küsür yıldır izlemek zorunda mı insanlar `mehmet ali erbil` 'in düzeysiz esprilerini, `kuşum aydın`'ları, `esra ceyhan`'ları, `arto`'ları, `ajdar`'ları, `nihat doğan`'ları, `hülya avşar`'ın tüm dişilerle giriştiği amansız kavgaları, `ibrahim tatlıses`'in "allah cezanızı verecek" demelerini...
sen layık mısın kardeşim bu dayatmaya, hadi diyelim sen bilinçlisin, hasbelkader raslantısal olarak bir şekilde kendini bir yerlere getirdin -kaldı ki böylesine bir toplumda o entelektüel birikim dahi acılardan başka bir yere yaslanamaz, yaslansa da duramaz-, anan baban layık mı buna, değilse dayın halan layık mı bu saçmalığa?...
hayatımı yediniz a.k...
çok "saygı değer(!) ünlüler... sert ünsüz benzeşesiceler... topunuzdan,
bir halkı kasten ve bilinçli olarak hem yoksul hem cahil kılmaya dayandırdığınız şatafatlı hayatlarınızdan...
t-i-k-s-i-n-i-y-o-r-u-m...
* bir de bazı söyleşilerde "biz sanatçılar" demiyor musunuz...
henüz kendini gerçekleştirmeden şöhreti yakalayan ve şöhret yükünü kaldıramayan insan yığınlarıdır.
bu müzisyenler, iki ya da üç albüm çıkarıp meşhur olduktan sonra paranın gözüne vurup kısırlaşan, eskisi gibi nitelikli eserler üretmek yerine piyasaya oynayan işler yapma yoluna giden kimselerdir. şöyle bir hafızamızı yoklarsak özellikle yurdumuzda çok sayıda olduklarını görürüz bu kimselerden. sağlamasını yapmak için en sevdiğimiz üç sanatçının ilk albümleri ile son albümleri arasındaki bariz farkı görmek yeterli olacaktır.
kanımca böyle olmasının en büyük nedeni müzisyenlerimizin pek çoğunun felsefi ve sosyolojik birikimlerinin fazla olmamasıdır. felsefi ve sosyolojik birikimi yeterli olan insanlar kendilerini bilme erdemine de yetkin olduklarından ceplerine iki üç kuruş para girdiği vakit "neydim ne oldum delisi" olmayacak kadar aklı başında kişilerdir.
bizde, başka pek çok ülkenin aksine "sanatçı şarap misali yıllandıkça değer kazanmadığından" ve ne yazık ki süreç tam tersine işlediğinden, ilk başlarda gayet samimi ve içten tavırlarla albüm yapan, sanatını konuşturarak gündeme gelen kimseler aradan sadece birkaç yıl geçtikten sonra şöhretin büyüsüne kapılarak mafyacılık oynamaya, uyuşturucu partilerinde boy göstermeye ya da televole kültürünün müdavim mezesi olma yollarından birini seçerek kendilerini adeta harcayıp ıskartaya çıkarıyorlar.
bu vahim tabloyu kavradıktan sonra insan şunu demeden edemiyor: "aklı olmayan, gözü doymamış kimsenin cebine birdenbire para koymayacaksın arkadaş"... yoksa sonu son derece vahim olabiliyor.
bu müzisyenler, iki ya da üç albüm çıkarıp meşhur olduktan sonra paranın gözüne vurup kısırlaşan, eskisi gibi nitelikli eserler üretmek yerine piyasaya oynayan işler yapma yoluna giden kimselerdir. şöyle bir hafızamızı yoklarsak özellikle yurdumuzda çok sayıda olduklarını görürüz bu kimselerden. sağlamasını yapmak için en sevdiğimiz üç sanatçının ilk albümleri ile son albümleri arasındaki bariz farkı görmek yeterli olacaktır.
kanımca böyle olmasının en büyük nedeni müzisyenlerimizin pek çoğunun felsefi ve sosyolojik birikimlerinin fazla olmamasıdır. felsefi ve sosyolojik birikimi yeterli olan insanlar kendilerini bilme erdemine de yetkin olduklarından ceplerine iki üç kuruş para girdiği vakit "neydim ne oldum delisi" olmayacak kadar aklı başında kişilerdir.
bizde, başka pek çok ülkenin aksine "sanatçı şarap misali yıllandıkça değer kazanmadığından" ve ne yazık ki süreç tam tersine işlediğinden, ilk başlarda gayet samimi ve içten tavırlarla albüm yapan, sanatını konuşturarak gündeme gelen kimseler aradan sadece birkaç yıl geçtikten sonra şöhretin büyüsüne kapılarak mafyacılık oynamaya, uyuşturucu partilerinde boy göstermeye ya da televole kültürünün müdavim mezesi olma yollarından birini seçerek kendilerini adeta harcayıp ıskartaya çıkarıyorlar.
bu vahim tabloyu kavradıktan sonra insan şunu demeden edemiyor: "aklı olmayan, gözü doymamış kimsenin cebine birdenbire para koymayacaksın arkadaş"... yoksa sonu son derece vahim olabiliyor.
köpeğe "elimde üç as var demektir".
ama karşı tarafın reste rest demesiyle işler değişebilir. aslında çoğu köpek bu durumdan korkmak yerine "ne yapıyor la bu" dercesine şaşırmaktadır ve "en iyisi uğraşmayayım" demektedir.
ama karşı tarafın reste rest demesiyle işler değişebilir. aslında çoğu köpek bu durumdan korkmak yerine "ne yapıyor la bu" dercesine şaşırmaktadır ve "en iyisi uğraşmayayım" demektedir.
gerçeği arayan, yalnızlığa alışkın, sapına kadar güçlü, ayakları yere basan insanın işidir.
yanındaki sevgilisinin kendisini mi yoksa cebini mi sevdiğini tartıyor olabileceği gibi daha en başından "bak canım, ben buyum, gücüm de bu kadar, ötesi beni aşar" demekte de olabilir en olağan haliyle. bu adamı tukaka eden embesiller kız tavlamak için gitar çalmaya başlayan özenti dümbükler hakkında ne düşünürler ya da ailesinin maddi durumu kötü olduğu halde kıza hava yapacam diye üst sınıfa öykünen ezik yurdum tikileri bu net ve dürüst adamdan çok mu değerlidir?
unutmayın: herkes sizinle limuzine binmek ister, hatta çağırın ben de gelirim ohh mis gibi... ama gerçek dostunuz sizinle belediye otobüsüne de binmekten keyif alabilecek olan kişidir.
yanındaki sevgilisinin kendisini mi yoksa cebini mi sevdiğini tartıyor olabileceği gibi daha en başından "bak canım, ben buyum, gücüm de bu kadar, ötesi beni aşar" demekte de olabilir en olağan haliyle. bu adamı tukaka eden embesiller kız tavlamak için gitar çalmaya başlayan özenti dümbükler hakkında ne düşünürler ya da ailesinin maddi durumu kötü olduğu halde kıza hava yapacam diye üst sınıfa öykünen ezik yurdum tikileri bu net ve dürüst adamdan çok mu değerlidir?
unutmayın: herkes sizinle limuzine binmek ister, hatta çağırın ben de gelirim ohh mis gibi... ama gerçek dostunuz sizinle belediye otobüsüne de binmekten keyif alabilecek olan kişidir.
askerlikteki en ilginç ilişki türlerinden biri.
byo kd erbaş olarak askerliğini yapmaktadır ve bölük astsubayı tarafından -her ne hikmetse- pek sevilmektedir. zaten askerlik denilen müessesede hangi komutanın hangi askeri neden sevip sevmediğinin -pek çok şeyde olduğu gibi- mantıklı bir açıklaması yoktur. ama şans bu ya, bölük astsubayı bölükte cereyan eden her olaydan sonra byo'yu yanına çağırmakta, ondan istihbarat almakta, alttan alta "sana güveniyorum" mesajı vermekte ve muhbirliğe teşvik etmektedir. bunu fark eden byo arkadaşlarını ele vermemekle birlikte durumun nimetlerinden yararlanmayı ihmal etmez; bölükte şerefsizlik yapan askerleri göt altına kaydırarak şahsına kısmi menfaatler sağlamakta en ufak tereddüte düşmez, bir nevi denge siyaseti uygular... öte yandan, bölük astsubayı da akıllıdır. durumun diğer askerler tarafından farkına varılmaması için byo'yu "gece yazılacak yazılar var, söyle ona onu yarın izinli yazacağım" ısmarlamasıyla koğuş nöbetçisine çağırttırır. böylece kimse şerefsizleri ispiyonlayanın byo olduğunun farkına varmaz; ayrıca diğer güvendiği askerlerden de anlatılanların sağlamasını alır... bu durumda yapılacak en iyi iş, gidip o askerlerle kutsal ittifağı kurmaktır; kurduk da... bu arada askerde gece yazı yazıp ertesi gün sabah sporu, nöbet ve içtimalar dahil olmak üzere izinli sayılmak, gerçekten bulunmaz bir nimettir. bir nevi tatilde gibi yaşarsınız o günü...
o günlerde bir uzman çavuşun odasında harıl harıl yazı yazmaktayım. günde 100 sayfaya yakın word yazıyorum dersem abartmış olmam. ya parmaklarım kopacak ya klavye kırılacak ama gel gör ki uzman çavuşumuz yaptığım her şeye kusur bularak benden daha fazlasını istemenin yolunu açmaya kasmakta. bu taktik, hemen hemen tüm uzman erbaşların kanında var adeta. bir iş yapmakta olursunuz "ne de olsa burada komutan olan o, verdiği emir ne ise en düzgününü yapayım" diye gayret edersiniz ama nafile, adam her yaptığınıza kusur üzerine kusur bulur bir de üzerine -kendince- sizi affetmek için daha fazla işi omzunuza yıkar. garip bir ruh halinin tezahürü, belki de böyle yapınca vicdanen de rahatlıyordur, tam çözemedim. bu yüzden, asla askerde "verilen işi en kısa zamanda bitirip komutanın gözüne gireyim" gibi bir düşünceniz olmasın. o iş biter bitmez yenisini yıkarlar, kimse size madalya falan takmaz... neyse, canıma tak ettiği bir gün harika bir kumar oynadım, ya taraklara yan basacaktım ya da uzman çavuşu egale edecektim. sigara içme bahanesi ile yazı yazdığım odadan çıktım. soluğu bölük astsubayının odasında aldım. tabi bu odaya girerken kimseye gözükmemem gerek. komutan yüzüme baktı, "oğlum neyin var?" dedi. "kendimi iyi hissetmiyorum komutanım" dedim. "hayırdır, hasta mısın yoksa moralin mi bozuk?" dedi... o anda bozuk parayı atıyordum işte, ya yazı gelecekti ya tura, ya kazanacaktım ya da çok pis kaybedecektim... "komutanım, biliyorum üstlerim hakkında konuşmak doğru değil. ama uzman çavuşumuz yaptığım hiçbir işi beğenmiyor, ne yaparsam yapayım, gecemi gündüzüme de katsam yaranamıyorum" dedim. "ne yapıyorsun ki?" dedi. "komutanım bugün mesela, sabahtan ikindiye kadar belki de 70 sayfa yazı yazdım hala yavaş olduğumu söylüyor. üzerine, sırf bu yüzden geçen hafta çarşımı kitleyip tüm haftasonu bana yazı yazdırdı..." bunu duyan bölük astsubayı şaşırdı. "sen geçen hafta çarşıya çıkmadın mı?... anlaşıldı, sen odana dön, ben hallederim..."
odama döndüm ve yazıma kaldığım yerden devam ettim. yarım saat kadar sonra bölük astsubayı odaya damladı. talih bu ya, tam da o an, çatır çatır yazı yazarken uzman çavuş bana gene fırça kaymaktaydı... adeta haklılığımın screen shot'u gibiydi... bölük astsubayı araya girdi, "uzmanım byo çok disiplinli bir askerdir, onu sana yardımcı olsun diye verdik ez diye değil" diye şaka yollu takıldı. uzman çavuşumuz yavşak bir edayla "ben byo'yu çok seviyorum" dedi. bunun üzerine bölük astsubayı bana dönüp "hadi sen git bize iki bardak çay kap gel ama biraz geç gel" dedi. ben sallana sallana çayımı sigaramı içtim, çaylarını aldım götürdüm. o esnada ne konuştularsa bilmiyorum. döndüğümde odaya yeni bir yazıcı daha alınmasına karar verdiler. ben de o yazıcının adeta çavuşu gibi bir şey olacaktım. bana yeni gelen uzun dönemlerden uygun bir asker olup olmadığını sordular, ben de var komutanım dedim. böylece son iki ayı üzerimdeki uzman çavuş baskısını kaldırarak el bebek gül bebek geçirdim, bir ara dengemi kaybedip bacak bacak üzerine atıyordum, "sonra nabıorum a.k" diyerek kendimi toparlıyordum. o derece rahattı yani. yanıma gelen uzun dönem er de şansıma efendi, şen şakrak, muhabbetli biriydi, bütün işleri ona yıkmadım tabi, kardeş payı, beraber yaptık... herkes mutluydu yani, üzerimdeki otoritesi sarsılmış olsa da tüm işleri çatır çatır yapıldığı için uzman çavuş bile mutluydu a.k...
byo kd erbaş olarak askerliğini yapmaktadır ve bölük astsubayı tarafından -her ne hikmetse- pek sevilmektedir. zaten askerlik denilen müessesede hangi komutanın hangi askeri neden sevip sevmediğinin -pek çok şeyde olduğu gibi- mantıklı bir açıklaması yoktur. ama şans bu ya, bölük astsubayı bölükte cereyan eden her olaydan sonra byo'yu yanına çağırmakta, ondan istihbarat almakta, alttan alta "sana güveniyorum" mesajı vermekte ve muhbirliğe teşvik etmektedir. bunu fark eden byo arkadaşlarını ele vermemekle birlikte durumun nimetlerinden yararlanmayı ihmal etmez; bölükte şerefsizlik yapan askerleri göt altına kaydırarak şahsına kısmi menfaatler sağlamakta en ufak tereddüte düşmez, bir nevi denge siyaseti uygular... öte yandan, bölük astsubayı da akıllıdır. durumun diğer askerler tarafından farkına varılmaması için byo'yu "gece yazılacak yazılar var, söyle ona onu yarın izinli yazacağım" ısmarlamasıyla koğuş nöbetçisine çağırttırır. böylece kimse şerefsizleri ispiyonlayanın byo olduğunun farkına varmaz; ayrıca diğer güvendiği askerlerden de anlatılanların sağlamasını alır... bu durumda yapılacak en iyi iş, gidip o askerlerle kutsal ittifağı kurmaktır; kurduk da... bu arada askerde gece yazı yazıp ertesi gün sabah sporu, nöbet ve içtimalar dahil olmak üzere izinli sayılmak, gerçekten bulunmaz bir nimettir. bir nevi tatilde gibi yaşarsınız o günü...
o günlerde bir uzman çavuşun odasında harıl harıl yazı yazmaktayım. günde 100 sayfaya yakın word yazıyorum dersem abartmış olmam. ya parmaklarım kopacak ya klavye kırılacak ama gel gör ki uzman çavuşumuz yaptığım her şeye kusur bularak benden daha fazlasını istemenin yolunu açmaya kasmakta. bu taktik, hemen hemen tüm uzman erbaşların kanında var adeta. bir iş yapmakta olursunuz "ne de olsa burada komutan olan o, verdiği emir ne ise en düzgününü yapayım" diye gayret edersiniz ama nafile, adam her yaptığınıza kusur üzerine kusur bulur bir de üzerine -kendince- sizi affetmek için daha fazla işi omzunuza yıkar. garip bir ruh halinin tezahürü, belki de böyle yapınca vicdanen de rahatlıyordur, tam çözemedim. bu yüzden, asla askerde "verilen işi en kısa zamanda bitirip komutanın gözüne gireyim" gibi bir düşünceniz olmasın. o iş biter bitmez yenisini yıkarlar, kimse size madalya falan takmaz... neyse, canıma tak ettiği bir gün harika bir kumar oynadım, ya taraklara yan basacaktım ya da uzman çavuşu egale edecektim. sigara içme bahanesi ile yazı yazdığım odadan çıktım. soluğu bölük astsubayının odasında aldım. tabi bu odaya girerken kimseye gözükmemem gerek. komutan yüzüme baktı, "oğlum neyin var?" dedi. "kendimi iyi hissetmiyorum komutanım" dedim. "hayırdır, hasta mısın yoksa moralin mi bozuk?" dedi... o anda bozuk parayı atıyordum işte, ya yazı gelecekti ya tura, ya kazanacaktım ya da çok pis kaybedecektim... "komutanım, biliyorum üstlerim hakkında konuşmak doğru değil. ama uzman çavuşumuz yaptığım hiçbir işi beğenmiyor, ne yaparsam yapayım, gecemi gündüzüme de katsam yaranamıyorum" dedim. "ne yapıyorsun ki?" dedi. "komutanım bugün mesela, sabahtan ikindiye kadar belki de 70 sayfa yazı yazdım hala yavaş olduğumu söylüyor. üzerine, sırf bu yüzden geçen hafta çarşımı kitleyip tüm haftasonu bana yazı yazdırdı..." bunu duyan bölük astsubayı şaşırdı. "sen geçen hafta çarşıya çıkmadın mı?... anlaşıldı, sen odana dön, ben hallederim..."
odama döndüm ve yazıma kaldığım yerden devam ettim. yarım saat kadar sonra bölük astsubayı odaya damladı. talih bu ya, tam da o an, çatır çatır yazı yazarken uzman çavuş bana gene fırça kaymaktaydı... adeta haklılığımın screen shot'u gibiydi... bölük astsubayı araya girdi, "uzmanım byo çok disiplinli bir askerdir, onu sana yardımcı olsun diye verdik ez diye değil" diye şaka yollu takıldı. uzman çavuşumuz yavşak bir edayla "ben byo'yu çok seviyorum" dedi. bunun üzerine bölük astsubayı bana dönüp "hadi sen git bize iki bardak çay kap gel ama biraz geç gel" dedi. ben sallana sallana çayımı sigaramı içtim, çaylarını aldım götürdüm. o esnada ne konuştularsa bilmiyorum. döndüğümde odaya yeni bir yazıcı daha alınmasına karar verdiler. ben de o yazıcının adeta çavuşu gibi bir şey olacaktım. bana yeni gelen uzun dönemlerden uygun bir asker olup olmadığını sordular, ben de var komutanım dedim. böylece son iki ayı üzerimdeki uzman çavuş baskısını kaldırarak el bebek gül bebek geçirdim, bir ara dengemi kaybedip bacak bacak üzerine atıyordum, "sonra nabıorum a.k" diyerek kendimi toparlıyordum. o derece rahattı yani. yanıma gelen uzun dönem er de şansıma efendi, şen şakrak, muhabbetli biriydi, bütün işleri ona yıkmadım tabi, kardeş payı, beraber yaptık... herkes mutluydu yani, üzerimdeki otoritesi sarsılmış olsa da tüm işleri çatır çatır yapıldığı için uzman çavuş bile mutluydu a.k...
bazı erkek üniversite öğrencilerinin eve çıktıkları ilk ay içinde alınan ve asla amacına ulaşamayan şaraptır.
efendim bahiste sözü edilen bu şarap, çoğunlukla üniversiteyi yeni kazanıp kafadengi bir kaç arkadaş bulduktan sonra eve çıkan -ağır abilik payesini elden bırakmamakla birlikte- her tarafından buram buram romantizm fışkıran baby face gencimizin evine aldığı ilk dekoratif unsurlardan biridir. ilk başlarda nice hayaller yüklenen, odanın en güzel köşesini süslediği gibi kimselere dokunulmasına bile izin verilmeyen bu pahalı şarap, gel zaman git zaman, kahramanımız için katlanılmaz bir kabusa dönüşür. şise her gün öylece yerinde durdukça ama ne yazık ki bir tık da olmayınca kahramanımız şişeye düşman gözüyle bakmaya başlar ve belki de esas uğursuzluğun bu şarapta olduğu kanısına varır... ve en sonunda bir akşam herkes odasında ders çalışırken bir ses yükselir...
- lan olm koşun, şarabı açtım!
efendim bahiste sözü edilen bu şarap, çoğunlukla üniversiteyi yeni kazanıp kafadengi bir kaç arkadaş bulduktan sonra eve çıkan -ağır abilik payesini elden bırakmamakla birlikte- her tarafından buram buram romantizm fışkıran baby face gencimizin evine aldığı ilk dekoratif unsurlardan biridir. ilk başlarda nice hayaller yüklenen, odanın en güzel köşesini süslediği gibi kimselere dokunulmasına bile izin verilmeyen bu pahalı şarap, gel zaman git zaman, kahramanımız için katlanılmaz bir kabusa dönüşür. şise her gün öylece yerinde durdukça ama ne yazık ki bir tık da olmayınca kahramanımız şişeye düşman gözüyle bakmaya başlar ve belki de esas uğursuzluğun bu şarapta olduğu kanısına varır... ve en sonunda bir akşam herkes odasında ders çalışırken bir ses yükselir...
- lan olm koşun, şarabı açtım!
yalaka olduğu tahmin edilen bir kamyon şoförünün kamyon arkası yazısı.
kardeş ben açık açık diyeyim: bu yazı seni o cezadan kurtarmaz. kurtarsa da kurtarmaz.
kardeş ben açık açık diyeyim: bu yazı seni o cezadan kurtarmaz. kurtarsa da kurtarmaz.
bir kamyon arkası yazısı olmanın ötesinde; atasözü.
gazetelerde dolanan iş ilanlarında en çok göze çarpan ilan.
hem satıcı olacak hem de tecrübeli olacak. arkadaş kimse eleman yetiştirmeye tenezzül etmiyor galiba ve bu tecrübe uzayda falan ediniliyor olmalı.
hem satıcı olacak hem de tecrübeli olacak. arkadaş kimse eleman yetiştirmeye tenezzül etmiyor galiba ve bu tecrübe uzayda falan ediniliyor olmalı.
"işimiz allah'a kaldı" der gibi yazılan kamyon arkası yazılarından biridir.
lakin trafik affetmiyor, zorunlu, illa olacak.
lakin trafik affetmiyor, zorunlu, illa olacak.
bir araç yazısı haline dönen cümle:
"ileride güzel günler göreceğiz demişlerdi,
daha ne kadar gideceğiz"...
"ileride güzel günler göreceğiz demişlerdi,
daha ne kadar gideceğiz"...
türkiye'de çalışan her 10 doktorun 9'unun istisnasız yaptığıdır.
- sırtım ağrıyor doktor bey...
-sırtınızı açın...
nefes dinlemeye başlar ve ciddi bir eda ile devam eder...
- rontgeninizi çektikten sonra gelin tekrar inceleyelim.
- doktor bey rontgen ne taraftaydı.
- aşağıda danışmanın ilerisinde.
- teşekkür ederim.
2 gün sonra... doktorun elinde rontgen merakla ne diyeceği beklenmektedir.
- beyefendi sizi bir de psikiyatriye sevk edelim maşallah turp gibisiniz burada hiçbir şey gözükmüyor.
- doktor bey gerçekten canım yanıyor ama.
- psikolojik o, spor yapın geçer.
- doktor bey ben haftada üç gün spor salonuna gidiyorum zaten.
- kendinizi çok zorlamış olabilir misiniz?
- doktor bey ben yıllardır düzenli olarak spor yapıyorum, biliyorum yapmamam gerekenleri.
- o zaman kesin psikolojik.
- ?
insanın içinden "canım yanıyor seni oraya doktor diye koyanın 7 ceddini skeyim" demek geliyor ama diyemiyorsun işte...
* bu arada 1 ay geçti hala ağrıyor ne menem bir psikolojiyse içine edeyim.
- sırtım ağrıyor doktor bey...
-sırtınızı açın...
nefes dinlemeye başlar ve ciddi bir eda ile devam eder...
- rontgeninizi çektikten sonra gelin tekrar inceleyelim.
- doktor bey rontgen ne taraftaydı.
- aşağıda danışmanın ilerisinde.
- teşekkür ederim.
2 gün sonra... doktorun elinde rontgen merakla ne diyeceği beklenmektedir.
- beyefendi sizi bir de psikiyatriye sevk edelim maşallah turp gibisiniz burada hiçbir şey gözükmüyor.
- doktor bey gerçekten canım yanıyor ama.
- psikolojik o, spor yapın geçer.
- doktor bey ben haftada üç gün spor salonuna gidiyorum zaten.
- kendinizi çok zorlamış olabilir misiniz?
- doktor bey ben yıllardır düzenli olarak spor yapıyorum, biliyorum yapmamam gerekenleri.
- o zaman kesin psikolojik.
- ?
insanın içinden "canım yanıyor seni oraya doktor diye koyanın 7 ceddini skeyim" demek geliyor ama diyemiyorsun işte...
* bu arada 1 ay geçti hala ağrıyor ne menem bir psikolojiyse içine edeyim.
internetin çoğunlukla internet cafe'lerde olduğu, evde internet kullanımının lük sayıldığı yıllardı.
hotmail`de mail yazdıktan sonra send tuşuna basınca mail in gitmesi için üç beş dakika beklenilen dönemlerdi. bazen error verdiği de olur, satırlarca yazdığınız mail güme giderdi. sırf bu yüzden, o devirde mail yazdıktan sonra bütün satırları mouse ile kopyaladığımı bilirim. tabi zamane makinaları da bu denli güçlü değildi bu tarama işlemi ekranı dondurmaya yeterdi.
yağmur ya da kar yağdığında internette göçmeler olurdu. bir şarkının kablolardan inebiliyor olmasına şaşırdığımız dönemlerdi, icq bir mucizeydi, mirc32 en büyük eğlencemizdi. şimdi facebook ne ise o zaman mirc32 de oydu.
hepimizin evinde bilgisayar yoktu, gece geç saatlere kadar internet cafe'de kalır, saat 12:00 olduğunda eve geri dönmek durumunda kalırdık. bazı cafeler kaçak olarak gece yarısı açık olurdu. bunun için cafe sahibi ile bir samimiyetiniz olması gerekirdi. o cafelerde internetten çok çaya para verirdiniz. daha sigara yasağı yoktu. içerisi leş gibi duman kokardı. yanınızdaki masaya çoğu zaman porno izleyen bir adam dadanırdı.
yahoo mail grupları popülerdi. facebook sayfalarının atası da denilebilir bu gruplara. herkes ilgi alanına ya da arkadaş topluluğuna göre bir mail grubuna üye olur, sabahlara kadar mail tartışmaları dönerdi.
en sonunda 256 mb sınırsız geldi, biz büyüdük, ve kirlendi dünya.
hotmail`de mail yazdıktan sonra send tuşuna basınca mail in gitmesi için üç beş dakika beklenilen dönemlerdi. bazen error verdiği de olur, satırlarca yazdığınız mail güme giderdi. sırf bu yüzden, o devirde mail yazdıktan sonra bütün satırları mouse ile kopyaladığımı bilirim. tabi zamane makinaları da bu denli güçlü değildi bu tarama işlemi ekranı dondurmaya yeterdi.
yağmur ya da kar yağdığında internette göçmeler olurdu. bir şarkının kablolardan inebiliyor olmasına şaşırdığımız dönemlerdi, icq bir mucizeydi, mirc32 en büyük eğlencemizdi. şimdi facebook ne ise o zaman mirc32 de oydu.
hepimizin evinde bilgisayar yoktu, gece geç saatlere kadar internet cafe'de kalır, saat 12:00 olduğunda eve geri dönmek durumunda kalırdık. bazı cafeler kaçak olarak gece yarısı açık olurdu. bunun için cafe sahibi ile bir samimiyetiniz olması gerekirdi. o cafelerde internetten çok çaya para verirdiniz. daha sigara yasağı yoktu. içerisi leş gibi duman kokardı. yanınızdaki masaya çoğu zaman porno izleyen bir adam dadanırdı.
yahoo mail grupları popülerdi. facebook sayfalarının atası da denilebilir bu gruplara. herkes ilgi alanına ya da arkadaş topluluğuna göre bir mail grubuna üye olur, sabahlara kadar mail tartışmaları dönerdi.
en sonunda 256 mb sınırsız geldi, biz büyüdük, ve kirlendi dünya.
pr'ı iyi yapılırsa asker kaçaklarını cezbedebilecek türden bir cümle.
vakti zamanında erzurum'da tansu çiller tarafından söylenmiş olan cümle.
mevzunun aslı şöyledir:
`erzurum`'da yöresel kelimeler vardır. mesela:
"tırlık" kekeme,
"gıdık" çene altı,
"bıdık" da kadın cinsel organı demektir.
seçim döneminde miting konuşması yapan `tansu çiller`' e kalabalığın içinden bir vatandaş
- senin bıdığını yirim gız. diye bağırır.
bunu duyan tansu hanım yanındaki vali yardımcısına dönüp sorar
"bıdık"
ne demek diye.
vali yardımcısı gerçeği söyleyemediğinden ve birazdan olacaklardan habersiz "ciğer" der, "ciğerini yerim" demek istedi. mikrofona dönen tansu hanım coşku ile bağırır.
-bacınızın bıdığı size feda olsun.
mevzunun aslı şöyledir:
`erzurum`'da yöresel kelimeler vardır. mesela:
"tırlık" kekeme,
"gıdık" çene altı,
"bıdık" da kadın cinsel organı demektir.
seçim döneminde miting konuşması yapan `tansu çiller`' e kalabalığın içinden bir vatandaş
- senin bıdığını yirim gız. diye bağırır.
bunu duyan tansu hanım yanındaki vali yardımcısına dönüp sorar
"bıdık"
ne demek diye.
vali yardımcısı gerçeği söyleyemediğinden ve birazdan olacaklardan habersiz "ciğer" der, "ciğerini yerim" demek istedi. mikrofona dönen tansu hanım coşku ile bağırır.
-bacınızın bıdığı size feda olsun.
hiçbir yerde görülmeyen levha.
şaka maka hep tavuk mu yiyoruz yani? yani bu horozlar çok mu uyanık?
şaka maka hep tavuk mu yiyoruz yani? yani bu horozlar çok mu uyanık?