her insan için acı bir olay; kuşkusuz...
özellikle babasıyla iyi geçinemeyenler, okusunlar... yarın çok geç olabilir...
38 yaşındayım, küçüklüğümden beri babamla pek çok konuda sürtüşürdük. o hep kendisi gibi mühendis olmamı isterdi. ben ise müziğe ve şiire ilgi duydum. üzerine iletişim fakültesi kazanıp sosyal bilimlere yönelince, istediğinin tam zıttı bir konumda pozisyonlanmış oldum. ergenliğimden beri aramızda geçen bunalımların nedeninde babamın istediği yönde ilerlememiş olmam ve beni bu sebeple cezalandırırcasına (belki de ben öyle olduğunu hissediyordum) taleplerimi karşılamamış olması yatıyordu, diyebilirim. bu hissiyat bende yalnızlık hissi uyandırıyor ve beni daha da hırçınlaştırıyordu. aslında babam, bana direkt olarak hiç karışmazdı. ille de "şu bölümü yazacaksın" diyen insanlardan olmadı ve beni özgür bıraktı. ama şurası bir gerçektir: babam, aklına yatmayan şeyleri değersiz olmakla atfeden bir insandı. buna benim çabuk parlayan karakterim de eklenince fırtına kaçınılmaz oluyordu. zaman, ilerledikçe ve biriktirdikçe, babamla benim aramdaki mesafeyi daha da açtı, o benden vazgeçmişti, ben de ondan... aslında onun kuşağındaki hemen hemen herkes böyledir, şahsına has olduğundan değil, belki de insan, yaşlandıkça önyargılar kazanıyor ve kendince evladını koruyabilmek adına, onu inandığı yoldan çevirip doğru yola erdirmeye çalışıyor, bu da onun suçu değil (bunu yeni yeni ve daha iyi anlıyorum, aslında anladığımı sanıyormuşum, evet, geç oldu).
ben büyüdükçe aramızdaki çatışmalar daha da arttı. evet, aramızda adı konulmamış bir sevgi vardı, ama uzaktan bir sevgiydi bu, dargın ve yer yer kızgın bir sevgiydi... tartışmaktan fırsat bulduğumuzda birbirimize güzel sözler de söylerdik, ama muhakkak üçüncü cümleden sonra bu güzel sözler bile atışmaya dönerdi... orada susar, birbirimizden uzaklaşırdık... kimbilir, benden beklentileri çoktu, ben onun en büyük oğluydum... üniversitedeyken yaz tatillerinde yaz okullarını bahane ederek eve gelmiyordum. elden geldiğince evden uzak tutuyordum kendimi. kendi adıma küçüklüğümden beri biriktirdiğim kırgınlıklarım vardı. artık benim için çok geç olmakla birlikte, küçüklüğümden beri ideal baba oğul ilişkisini, beraber balığa çıkan, birlikte top ve tavla oynayan, kısacası arkadaşça bir ilişki biçiminde idealize etmiştim. bunları pek yaşayamadım. babamla öyle çok içli dışlı olamadım. olmayı için için çok istedim belki ama, bunun için çok emek vermedim, çok sabretmedim, çoğu zaman erken parladım, burnumdan kıl aldırmadım fazla... şimdi daha iyi anlıyorum, aslında kendi kuşağının ve döneminin gerçekliği açısından değerlendirirsem, babam, kuşağına göre son derece iyi bir babaydı. bilen bilir, babam elazığ'ın maden ilçesindendir ve zazalar törelerine fazlasıyla bağlıdırlar. üzerine 1943 doğumludur. nüfusa geç yazıldığını varsayalım, 1940 olsun halamların dediğine göre... kendi babası, yani dedem tarafından hiç okşanmamış, babasının kendisinden bir talebi olduğunda bunu annesinden duymuş, babasının yanında -bacak bacak üzerine atmak ne kelime- hazır olda durmuş bir insandan bahsediyoruz. ben ise onu kız arkadaşımla tanıştırabilmiştim, -kızmakla ve bir iki laf söylemekle birlikte- evde içki içmeme dahi çok karışmazdı... evine çok bağlıydı, gözü asla dışarıda olmadı. hayatımdaki en mutlu anlarımdan biri, belki de hep öyle sürmesini istemiş olmamdan, bana bisiklet sürmesini öğrettiği andır. beş ya da altı yaşındaydım, bisikletimin selesini tutarken "baba bırak" dedim, dünyalar benimdi, kendi başıma sürüyordum...
25 ağustos 2011, 04:40 civarı...
eskişehir'de arkadaşımın evindeydim... telefonum o saatte niye çalsındı ki? baktım, kardeşim arıyordu...
"abi, babam, izmir dikili kavşağında karşıdan karşıya geçerken tır çarpması sonucu hastaneye kaldırılmış." ... sabah ilk otobüsle izmir'e gitmek üzere hazırlanırken kardeşim tekrar aradı. "abi, ben alıştıra alıştıra söylemek istedim, babam... öldü... (o anda yaşadığım şokun 32 senelik hayatımda bir benzeri daha yoktur) ben izmir'e babamın cenazesini almaya gidiyorum, sen önden elazığ'a git ve cenaze işlemlerini başlat..." ... boğazım düğüm düğüm oldu. "kapat" dedim, "biraz sonra arayayım seni.... "
evin içinde çobanını kaybetmiş koyundan farksız... ayağım bir yere gidiyor, aklım "ayağım niye buraya gidiyor" der gibi, elim bir yere savruluyor... "otur!" dedim, oturdum... "baba, baba, baba, babaaa"... diye başlayan ağlamalar... sahi ben babam için ağlayacak mıydım? ... sabahın ilk ışıkları, caddeler bomboş, gara gittim. hızlı trene binip ankara'ya, oradan da esenboğa'ya vardım. sahi ben uçağa binmekten de çok korkardım, babam için uçağa mı binecektim.... söyleseler inanmazdım... heyhat...
cenaze namazı, tabutu omuzlayıp cenaze aracına yerleştirdikten sonra oluşan konvoy, kardeşimin kefeni baş ucundan tutup babamı mezara koyması, babamın mezarına attığım ilk toprak; haberi duyduğumdan beri yaşadığım her şey, aldığım her nefes ve etrafımı çevreleyen tüm kainat, sanki bir rüya gibiydi, ta ki babamın mezar taşını görene dek... imam gitti, etraftaki kalabalık dağıldı, kala kala üç beş akraba, annem, kardeşim ve babamım mezarı, baş başa kaldık...
taziyesi, mevlüdü, sadakası, bir hafta on güne yayılan şok dönemi derken aradan uzunca zaman geçti... elimden geldiğince mezarına gidiyorum, yine tartışıyoruz... en son mezarına gittiğimde mezarının başına oturmamla birlikte ufaktan yağmur çiselemeye başladı ve gariptir, mezarlıktan çıkınca yağmur kesildi. şehrin başka bir yerine de yağmadı... yağmuru çok sevdiğimi de bilir, izlerken "çiftçi mi olacaksın" diye takılır, kendince şaka yapmayı severdi. yine takıldı galiba bana, gülümsedi belki, kimbilir...
... onu çok özledim.
ve eğer şimdi, yanımda olsaydı,
ona sıkı sıkı sarılır, ciğerimin en dibine kadar koklar,
"babam" derdim...
eğer,
sizin için vakit çok geç değilse,
siz öyle yapın...
özellikle babasıyla iyi geçinemeyenler, okusunlar... yarın çok geç olabilir...
38 yaşındayım, küçüklüğümden beri babamla pek çok konuda sürtüşürdük. o hep kendisi gibi mühendis olmamı isterdi. ben ise müziğe ve şiire ilgi duydum. üzerine iletişim fakültesi kazanıp sosyal bilimlere yönelince, istediğinin tam zıttı bir konumda pozisyonlanmış oldum. ergenliğimden beri aramızda geçen bunalımların nedeninde babamın istediği yönde ilerlememiş olmam ve beni bu sebeple cezalandırırcasına (belki de ben öyle olduğunu hissediyordum) taleplerimi karşılamamış olması yatıyordu, diyebilirim. bu hissiyat bende yalnızlık hissi uyandırıyor ve beni daha da hırçınlaştırıyordu. aslında babam, bana direkt olarak hiç karışmazdı. ille de "şu bölümü yazacaksın" diyen insanlardan olmadı ve beni özgür bıraktı. ama şurası bir gerçektir: babam, aklına yatmayan şeyleri değersiz olmakla atfeden bir insandı. buna benim çabuk parlayan karakterim de eklenince fırtına kaçınılmaz oluyordu. zaman, ilerledikçe ve biriktirdikçe, babamla benim aramdaki mesafeyi daha da açtı, o benden vazgeçmişti, ben de ondan... aslında onun kuşağındaki hemen hemen herkes böyledir, şahsına has olduğundan değil, belki de insan, yaşlandıkça önyargılar kazanıyor ve kendince evladını koruyabilmek adına, onu inandığı yoldan çevirip doğru yola erdirmeye çalışıyor, bu da onun suçu değil (bunu yeni yeni ve daha iyi anlıyorum, aslında anladığımı sanıyormuşum, evet, geç oldu).
ben büyüdükçe aramızdaki çatışmalar daha da arttı. evet, aramızda adı konulmamış bir sevgi vardı, ama uzaktan bir sevgiydi bu, dargın ve yer yer kızgın bir sevgiydi... tartışmaktan fırsat bulduğumuzda birbirimize güzel sözler de söylerdik, ama muhakkak üçüncü cümleden sonra bu güzel sözler bile atışmaya dönerdi... orada susar, birbirimizden uzaklaşırdık... kimbilir, benden beklentileri çoktu, ben onun en büyük oğluydum... üniversitedeyken yaz tatillerinde yaz okullarını bahane ederek eve gelmiyordum. elden geldiğince evden uzak tutuyordum kendimi. kendi adıma küçüklüğümden beri biriktirdiğim kırgınlıklarım vardı. artık benim için çok geç olmakla birlikte, küçüklüğümden beri ideal baba oğul ilişkisini, beraber balığa çıkan, birlikte top ve tavla oynayan, kısacası arkadaşça bir ilişki biçiminde idealize etmiştim. bunları pek yaşayamadım. babamla öyle çok içli dışlı olamadım. olmayı için için çok istedim belki ama, bunun için çok emek vermedim, çok sabretmedim, çoğu zaman erken parladım, burnumdan kıl aldırmadım fazla... şimdi daha iyi anlıyorum, aslında kendi kuşağının ve döneminin gerçekliği açısından değerlendirirsem, babam, kuşağına göre son derece iyi bir babaydı. bilen bilir, babam elazığ'ın maden ilçesindendir ve zazalar törelerine fazlasıyla bağlıdırlar. üzerine 1943 doğumludur. nüfusa geç yazıldığını varsayalım, 1940 olsun halamların dediğine göre... kendi babası, yani dedem tarafından hiç okşanmamış, babasının kendisinden bir talebi olduğunda bunu annesinden duymuş, babasının yanında -bacak bacak üzerine atmak ne kelime- hazır olda durmuş bir insandan bahsediyoruz. ben ise onu kız arkadaşımla tanıştırabilmiştim, -kızmakla ve bir iki laf söylemekle birlikte- evde içki içmeme dahi çok karışmazdı... evine çok bağlıydı, gözü asla dışarıda olmadı. hayatımdaki en mutlu anlarımdan biri, belki de hep öyle sürmesini istemiş olmamdan, bana bisiklet sürmesini öğrettiği andır. beş ya da altı yaşındaydım, bisikletimin selesini tutarken "baba bırak" dedim, dünyalar benimdi, kendi başıma sürüyordum...
25 ağustos 2011, 04:40 civarı...
eskişehir'de arkadaşımın evindeydim... telefonum o saatte niye çalsındı ki? baktım, kardeşim arıyordu...
"abi, babam, izmir dikili kavşağında karşıdan karşıya geçerken tır çarpması sonucu hastaneye kaldırılmış." ... sabah ilk otobüsle izmir'e gitmek üzere hazırlanırken kardeşim tekrar aradı. "abi, ben alıştıra alıştıra söylemek istedim, babam... öldü... (o anda yaşadığım şokun 32 senelik hayatımda bir benzeri daha yoktur) ben izmir'e babamın cenazesini almaya gidiyorum, sen önden elazığ'a git ve cenaze işlemlerini başlat..." ... boğazım düğüm düğüm oldu. "kapat" dedim, "biraz sonra arayayım seni.... "
evin içinde çobanını kaybetmiş koyundan farksız... ayağım bir yere gidiyor, aklım "ayağım niye buraya gidiyor" der gibi, elim bir yere savruluyor... "otur!" dedim, oturdum... "baba, baba, baba, babaaa"... diye başlayan ağlamalar... sahi ben babam için ağlayacak mıydım? ... sabahın ilk ışıkları, caddeler bomboş, gara gittim. hızlı trene binip ankara'ya, oradan da esenboğa'ya vardım. sahi ben uçağa binmekten de çok korkardım, babam için uçağa mı binecektim.... söyleseler inanmazdım... heyhat...
cenaze namazı, tabutu omuzlayıp cenaze aracına yerleştirdikten sonra oluşan konvoy, kardeşimin kefeni baş ucundan tutup babamı mezara koyması, babamın mezarına attığım ilk toprak; haberi duyduğumdan beri yaşadığım her şey, aldığım her nefes ve etrafımı çevreleyen tüm kainat, sanki bir rüya gibiydi, ta ki babamın mezar taşını görene dek... imam gitti, etraftaki kalabalık dağıldı, kala kala üç beş akraba, annem, kardeşim ve babamım mezarı, baş başa kaldık...
taziyesi, mevlüdü, sadakası, bir hafta on güne yayılan şok dönemi derken aradan uzunca zaman geçti... elimden geldiğince mezarına gidiyorum, yine tartışıyoruz... en son mezarına gittiğimde mezarının başına oturmamla birlikte ufaktan yağmur çiselemeye başladı ve gariptir, mezarlıktan çıkınca yağmur kesildi. şehrin başka bir yerine de yağmadı... yağmuru çok sevdiğimi de bilir, izlerken "çiftçi mi olacaksın" diye takılır, kendince şaka yapmayı severdi. yine takıldı galiba bana, gülümsedi belki, kimbilir...
... onu çok özledim.
ve eğer şimdi, yanımda olsaydı,
ona sıkı sıkı sarılır, ciğerimin en dibine kadar koklar,
"babam" derdim...
eğer,
sizin için vakit çok geç değilse,
siz öyle yapın...
1 aylık gelirinin tamamını telefona gömen insan refleksidir.
oldum olası ayar oldum ayağını yorganından fazla uzatıp akabinde malı için "bozdun olm" diyerek kavga eden tiplerden. bir malı stres yaşamak için değil kullanmak için alacaksın ya da alıyorsan her ihtimale hazırlıklı olmak olgunluğunu gösterebileceksin. işte bunun aksine sonradan görme diyorlar.
oldum olası ayar oldum ayağını yorganından fazla uzatıp akabinde malı için "bozdun olm" diyerek kavga eden tiplerden. bir malı stres yaşamak için değil kullanmak için alacaksın ya da alıyorsan her ihtimale hazırlıklı olmak olgunluğunu gösterebileceksin. işte bunun aksine sonradan görme diyorlar.
akılda kalanlar ile desteklenebilecek olan tavsiyelerdir.
1- hemen dakikasında heyecan yapıp kız tavlamaya kasmayın. bir ağırlığınız, tarzınız ve albeniniz olsun. akıllı olun, kızlar sizi paylaşamasınlar. (kızlara hava hoş zaten.) ve unutmayın, genellikle üniversitede ilk aşık olduğunuz kadın, geriye kalan üniversite hayatınızın karakteristiğini büyük oranda belirleyen unsur olur. aynı şey eş dost arkadaş için de geçerli, seçerken dikkatli olun. "kimseyi tanımamaktan kaynaklı geçici sığınmacı aşklar"ın kurbanı olmayın. zamanla siz de karşınızdaki de gözünüzü açacaksınız ve yeni arayışlara yöneleceksiniz. kısacası birbirinizi kesmeyeceksiniz ve yetersiz bulmaya başlayacaksınız. bu durumda olan aşkınıza ve verdiğiniz emeğe olacak. ağır yıkımlara maruz kalmayın.
2- yine hemen dakikasında yurttan eve çıkmaya kalkmayın. çok aceleci olmadan önce şehri, zamanla insanları tanıyın. böylece şehrin hangi yerinde ev daha ucuz, hangi semtinde size hitap eden olanaklar daha fazla, eve çıkılacak en sağlam insanlar kimlerdir, öğrenir ve kış ortası final vaktinde kavga dolu bir evde ders çalışamamaktan kaynaklı tüm derslerden 0'ı çekip geri kalan senelerinizi alttan ders alarak arap saçına döndürüp dramatik dizilere baş rol oyuncusu olmazsınız. bir şehri tanıma süresi -duruma ve kişiye göre değişse de- kabaca 4-5 ay, yani bir dönemdir.
3- son derece girişken olun ama ilk etapta insanlara ve olgulara karşı -bir sazan boyu- mesafeniz olsun. dost edinin, önyargılı olup kafadan düşman kazanmanın anlamı yok... bu bir çelişki gibi görünebilir ama değildir, aksine hassas bir dengedir, bu dengeyi iyi tutturabilirseniz her açından sizden iyisi olmaz.
4- ilgi alanınıza göre mutlaka okulun bir kulübüne üye olun, göreceksiniz, zamanla pek çok açıdan hem ufkunuzu açacak, hem de size yeni olanaklar kazandıracak. örnek vermek gerekirse: şu an türkiye müzik piyasasında iş yapan insanların çoğu mezun oldukları okulun rock kulübünde üye ya da yönetici idiler ve konser organize etmeyi, menejerlerle tanışmayı ta okul sıralarından öğrendiler. bu yüzden, varolan bir ilgi alanınız varsa (müzik, tarih, sinema vs.) mutlaka onun kulübüne üye olun. oradaki bazı insanlar anormal olabilirler, bu sizi yıldırmasın ve ilgilendirmesin.
5- panik yapmayın, sakin olun, ilk başta yadırgadığınız -ki mutlaka yadırgayacaksınız- her şeye zamanla alışacak ve insan olmanızın doğal getirisi olarak adapte olacaksınız.
6- sınıfınızda bir adet önderlik yapmaya kasan, daha ilk haftadan sınıftaki her kıza "günaydın" verip "hadi bu hafta sonu piknik yapıp tanışalım" diyen sümsük ve yavşak bir zevzek olacak. bu kişiden uzak durun. nedenini yaşayarak anlayacaksınız.
7- yeni bir dünyada olmanın doğal sonucu olarak zamanla başkalaşacaksınız, fikirleriniz büyük oranda değişecek. bu sizi ailenizden soğutmasın. ailenizin bir bok bilmediği yanılgısına düşeceksiniz. özellikle eve döndüğünüz ilk bayram tatilinde büyük sorunlar yaşayacaksınız... artık büyüdünüz ve gereği olarak olgun olmaya çalışın, annenizi ve babanızı sık sık arayın, hal hatır sorun. bu konuda ne demek istediğimi 30'unuza geldiğinizde anlayacaksınız, ne kadar marjinal da olsanız, ne kadar ütopik ve uç fikirleriniz de olsa kesinlikle yapın bunu.
8- hayatınızı okul yurt/ev cafe üçgenine indirgemeyin. bunları da yapın ama şehrin keşfedilmemiş yerlerini ve hayatlarını da keşfedin. kazanan siz olursunuz.
1- hemen dakikasında heyecan yapıp kız tavlamaya kasmayın. bir ağırlığınız, tarzınız ve albeniniz olsun. akıllı olun, kızlar sizi paylaşamasınlar. (kızlara hava hoş zaten.) ve unutmayın, genellikle üniversitede ilk aşık olduğunuz kadın, geriye kalan üniversite hayatınızın karakteristiğini büyük oranda belirleyen unsur olur. aynı şey eş dost arkadaş için de geçerli, seçerken dikkatli olun. "kimseyi tanımamaktan kaynaklı geçici sığınmacı aşklar"ın kurbanı olmayın. zamanla siz de karşınızdaki de gözünüzü açacaksınız ve yeni arayışlara yöneleceksiniz. kısacası birbirinizi kesmeyeceksiniz ve yetersiz bulmaya başlayacaksınız. bu durumda olan aşkınıza ve verdiğiniz emeğe olacak. ağır yıkımlara maruz kalmayın.
2- yine hemen dakikasında yurttan eve çıkmaya kalkmayın. çok aceleci olmadan önce şehri, zamanla insanları tanıyın. böylece şehrin hangi yerinde ev daha ucuz, hangi semtinde size hitap eden olanaklar daha fazla, eve çıkılacak en sağlam insanlar kimlerdir, öğrenir ve kış ortası final vaktinde kavga dolu bir evde ders çalışamamaktan kaynaklı tüm derslerden 0'ı çekip geri kalan senelerinizi alttan ders alarak arap saçına döndürüp dramatik dizilere baş rol oyuncusu olmazsınız. bir şehri tanıma süresi -duruma ve kişiye göre değişse de- kabaca 4-5 ay, yani bir dönemdir.
3- son derece girişken olun ama ilk etapta insanlara ve olgulara karşı -bir sazan boyu- mesafeniz olsun. dost edinin, önyargılı olup kafadan düşman kazanmanın anlamı yok... bu bir çelişki gibi görünebilir ama değildir, aksine hassas bir dengedir, bu dengeyi iyi tutturabilirseniz her açından sizden iyisi olmaz.
4- ilgi alanınıza göre mutlaka okulun bir kulübüne üye olun, göreceksiniz, zamanla pek çok açıdan hem ufkunuzu açacak, hem de size yeni olanaklar kazandıracak. örnek vermek gerekirse: şu an türkiye müzik piyasasında iş yapan insanların çoğu mezun oldukları okulun rock kulübünde üye ya da yönetici idiler ve konser organize etmeyi, menejerlerle tanışmayı ta okul sıralarından öğrendiler. bu yüzden, varolan bir ilgi alanınız varsa (müzik, tarih, sinema vs.) mutlaka onun kulübüne üye olun. oradaki bazı insanlar anormal olabilirler, bu sizi yıldırmasın ve ilgilendirmesin.
5- panik yapmayın, sakin olun, ilk başta yadırgadığınız -ki mutlaka yadırgayacaksınız- her şeye zamanla alışacak ve insan olmanızın doğal getirisi olarak adapte olacaksınız.
6- sınıfınızda bir adet önderlik yapmaya kasan, daha ilk haftadan sınıftaki her kıza "günaydın" verip "hadi bu hafta sonu piknik yapıp tanışalım" diyen sümsük ve yavşak bir zevzek olacak. bu kişiden uzak durun. nedenini yaşayarak anlayacaksınız.
7- yeni bir dünyada olmanın doğal sonucu olarak zamanla başkalaşacaksınız, fikirleriniz büyük oranda değişecek. bu sizi ailenizden soğutmasın. ailenizin bir bok bilmediği yanılgısına düşeceksiniz. özellikle eve döndüğünüz ilk bayram tatilinde büyük sorunlar yaşayacaksınız... artık büyüdünüz ve gereği olarak olgun olmaya çalışın, annenizi ve babanızı sık sık arayın, hal hatır sorun. bu konuda ne demek istediğimi 30'unuza geldiğinizde anlayacaksınız, ne kadar marjinal da olsanız, ne kadar ütopik ve uç fikirleriniz de olsa kesinlikle yapın bunu.
8- hayatınızı okul yurt/ev cafe üçgenine indirgemeyin. bunları da yapın ama şehrin keşfedilmemiş yerlerini ve hayatlarını da keşfedin. kazanan siz olursunuz.
anlatılan hikayelerin genelinde ışınlanma yolu ile bir gemiye çekilmek, gemide ya da götürülen gezegende bir sürü deneye tabi tutulduktan sonra dünyaya geri gönderilmek olan kaçırılma türü.
işin ilginç yanı, oralarda dünya zamanı ile senelerce, hatta yüzyıllarca gözlem altında tutulduktan sonra dünyaya kaçırılma olayının gerçekleştiği zamanda bırakılıyor bu kimseler.
benim aklımı mıncıklayan kısmı ise bambaşka, bu da efsanelerin ne kadar kolpa olduğunu belgeler nitelikte. yani anladık, zaman olgusu başka bilimler tarafından çözülmüş olabilir, hadi buna eyvallah ama götürülen gezegenin atmosfer koşullarına, değilse yiyecek içecek olaylarına nasıl adapte oluyor bu bünye, olayı çözmek imkansız. dünya üzerinde, bir balığı bir sudan alıp başka bir suya koyduğunuzda bile yaşamazken, elin dünyalısı nasıl olur da atmosferi farklı, yerçekimi farklı, gece gündüz süreleri farklı bir gezegende yıllarca yaşam sürdürebiliyor, ne oluyor orada, dünya dışı varlıklar kaçırdıkları dünyalılara ulusuna göre sabah akşam lahmacun, suşi, noodles, pizza ya da döner mi ısmarlıyorlar, kafamı mıncıkladı bu, anlamadım gitti?
işin ilginç yanı, oralarda dünya zamanı ile senelerce, hatta yüzyıllarca gözlem altında tutulduktan sonra dünyaya kaçırılma olayının gerçekleştiği zamanda bırakılıyor bu kimseler.
benim aklımı mıncıklayan kısmı ise bambaşka, bu da efsanelerin ne kadar kolpa olduğunu belgeler nitelikte. yani anladık, zaman olgusu başka bilimler tarafından çözülmüş olabilir, hadi buna eyvallah ama götürülen gezegenin atmosfer koşullarına, değilse yiyecek içecek olaylarına nasıl adapte oluyor bu bünye, olayı çözmek imkansız. dünya üzerinde, bir balığı bir sudan alıp başka bir suya koyduğunuzda bile yaşamazken, elin dünyalısı nasıl olur da atmosferi farklı, yerçekimi farklı, gece gündüz süreleri farklı bir gezegende yıllarca yaşam sürdürebiliyor, ne oluyor orada, dünya dışı varlıklar kaçırdıkları dünyalılara ulusuna göre sabah akşam lahmacun, suşi, noodles, pizza ya da döner mi ısmarlıyorlar, kafamı mıncıkladı bu, anlamadım gitti?
önce apartmanın karınca yuvasını basması, sonrasında karıncanın karşı saldırıya geçmesidir.
yani bu durumda onların yaşam alanlarını ilk işgal eden biz oluyoruz.
yani bu durumda onların yaşam alanlarını ilk işgal eden biz oluyoruz.
hint defnesi adlı bir bitkiden elde edilen, antibakteriyel özellikleri ile vücudu hastalıklardan koruduğu öne sürülen, akne ve sivilce gibi sorunların önüne geçen, ağız içi yaralara iyi gelen yağ.
unutulmaz isim adile naşit'in can verdiği yeşilçam karakteri.
hababam sınıfı filmlerinde elinde zili ile koridorlarda koşar, öğrencileri idareye, özellikle de mahmut hoca'ya karşı korur ve yalan söylediği gülüşünden belli olurdu.
hababam sınıfı filmlerinde elinde zili ile koridorlarda koşar, öğrencileri idareye, özellikle de mahmut hoca'ya karşı korur ve yalan söylediği gülüşünden belli olurdu.
sosyal medyada tacizcisini arayan kadının internet aleminde yaydığı etikettir.
yalnız tacizcisi heveslenmesin, yana yana aramıyor kendisini.
yalnız tacizcisi heveslenmesin, yana yana aramıyor kendisini.
ankara'da yaşayan ve tacizcisinin kamera kayıtlarını paylaşmak yolu ile tacizcimi arıyorum hashtag'ında ortalığı ayağa kaldıran kadındır.
20 yaşındaki üniversite öğrencisi belediye otobüsünden inip evine doğru ilerlerken takip edilmiş ve tacize uğramış. karakola gidip sonuç alamayan kadın bu yola başvurmuş. bir destek de biz atalım zanlı buymuş;
20 yaşındaki üniversite öğrencisi belediye otobüsünden inip evine doğru ilerlerken takip edilmiş ve tacize uğramış. karakola gidip sonuç alamayan kadın bu yola başvurmuş. bir destek de biz atalım zanlı buymuş;
2006 yılında laçin ceylan, Christine Sohn ve nihat ileri tarafından kurulan tiyatro topluluğu.
2014 yılında kendi sahneleri olan bisahne'yi açmışlardır.
2014 yılında kendi sahneleri olan bisahne'yi açmışlardır.
Edward Bond'un yazdığı, Senem Cevher'in çevirisini yaptığı tiyatro oyunu.
ilk kez bu akşam 20:30'da bi tiyatro'da izleyicilerin karşısına çıkacak olan oyunun yönetmenliğini laçin ceylan yapıyor.
ilk kez bu akşam 20:30'da bi tiyatro'da izleyicilerin karşısına çıkacak olan oyunun yönetmenliğini laçin ceylan yapıyor.
türkiye'de de suç olarak kabul edilmeye başlanan hırsızlık ve dolandırıcılık.
bilgisayar oyunlarında bazı karakterler geliştirildikleri takdirde son derece fahiş fiyatlara alıcı bulabiliyor. bu durumu fark eden hacker dolandırıcılar e-posta şifresi kırmak yolu ile bu karakterleri ele geçirip satmaya başlamış. türkiye'de ise 2011 yılında izmir'de oyun karakteri çalınan bir kişi dava açmış. sonuç itibari ile İzmir 13. Asliye Ceza Mahkemesi'nde görülen davada zanlıya nitelikli hırsızlık suçundan 3 yıl ceza verilmiş. yargıtay ise suçun nitelikli hırsızlık olmadığına ve bilişim suçu olduğuna hükmederek 6 yıl hapis cezası ile yargılanmasına hükmetmiş...
kanım dondu yahu, bir karakter çalmaya 6 yıl mı?
bilgisayar oyunlarında bazı karakterler geliştirildikleri takdirde son derece fahiş fiyatlara alıcı bulabiliyor. bu durumu fark eden hacker dolandırıcılar e-posta şifresi kırmak yolu ile bu karakterleri ele geçirip satmaya başlamış. türkiye'de ise 2011 yılında izmir'de oyun karakteri çalınan bir kişi dava açmış. sonuç itibari ile İzmir 13. Asliye Ceza Mahkemesi'nde görülen davada zanlıya nitelikli hırsızlık suçundan 3 yıl ceza verilmiş. yargıtay ise suçun nitelikli hırsızlık olmadığına ve bilişim suçu olduğuna hükmederek 6 yıl hapis cezası ile yargılanmasına hükmetmiş...
kanım dondu yahu, bir karakter çalmaya 6 yıl mı?
şimdiki `eskişehir kültür merkezi`dir.
neyse ki `eskişehir büyükşehir belediyesi`, bu ayıbı binayı kültür merkezine dönüştürerek noktaladı ama insanı insanlığından utandıran bir meşguliyet var...
ilkokul sıralarından kalma bir masalımız var:
"dünyanın en hoşgörülü toplumu biziz" ... böyle düşünenlere tek bir sorum var:
"ermenistan'da bir camii onlarca yıl porno sineması olarak hizmet verse, ne düşünürdünüz, nasıl hissederdiniz?"
yahu bir allahın kulu da onlarca sene çıkıp siz ne yapıyorsunuz demek duyarlılığını göstermemiş?
hani çuvaldızı kendine derler, biz de az değiliz...
neyse ki `eskişehir büyükşehir belediyesi`, bu ayıbı binayı kültür merkezine dönüştürerek noktaladı ama insanı insanlığından utandıran bir meşguliyet var...
ilkokul sıralarından kalma bir masalımız var:
"dünyanın en hoşgörülü toplumu biziz" ... böyle düşünenlere tek bir sorum var:
"ermenistan'da bir camii onlarca yıl porno sineması olarak hizmet verse, ne düşünürdünüz, nasıl hissederdiniz?"
yahu bir allahın kulu da onlarca sene çıkıp siz ne yapıyorsunuz demek duyarlılığını göstermemiş?
hani çuvaldızı kendine derler, biz de az değiliz...
adı üzerinde "ucuz" olduğundan türkiye'de pek olmayan, çoğunlukla çin mallarının satıldığı internet siteleridir.
bu sitelerde türkiye'de aldığınız ürünün aynısını üçte bir fiyata almak mümkün.
bir dealextreme vardı, durur mu hala?
bu sitelerde türkiye'de aldığınız ürünün aynısını üçte bir fiyata almak mümkün.
bir dealextreme vardı, durur mu hala?
başka bir deyişle "200 kilometre uzaklıktan ağ kurmak";
iki adet 20 w güçlendirici ile bunlara takılmış iki adet grid (24 db) anten ile yapılabilen şey.
evden etraftaki okul, hastane ya da cafe gibi yüksek ağ bağlantılarına erişebilmek için başlatılan furyanın geldiği son nokta.
biz bunların şimdilik, çok çok 5 10 kilometreliklerine yani 2 w lık güçlendiricilerine ulaşabiliyoruz.
iki adet 20 w güçlendirici ile bunlara takılmış iki adet grid (24 db) anten ile yapılabilen şey.
evden etraftaki okul, hastane ya da cafe gibi yüksek ağ bağlantılarına erişebilmek için başlatılan furyanın geldiği son nokta.
biz bunların şimdilik, çok çok 5 10 kilometreliklerine yani 2 w lık güçlendiricilerine ulaşabiliyoruz.
önceleri kasa tipi bilgisayarları usb üzerinden wireless ağlara bağlayabilmek için geliştirilmiş bir tasarımken zamanla çok güçlüleri (alfa 2 watt) de yapılarak laptop tarzı bilgisayarların çekim gücünü arttırmaya yarayan adaptörlerdir. türkiye'deki büyük elektronik marketlerde laptopun gördüğü alanın 3 ya da 4 katını görmeye yarayan adaptörler satılmaktadır. yurtdışından getirilen adaptörlerle bu alan 1-2 km ye kadar çıkabilmekte, bir laptopun başka bir laptopla uzak mesafeden ağ kurması ya da internete bağlanması mümkün hale gelmektedir.
dünya çapında en çok tercih edilen `wireless adaptör`leri üreten tayvan'lı network firması.
eve yeni çıkmış ve aynı ay içinde bir ton kira+depozito+tedaş depozitosu+doğalgaz depozitosu vs. bayılmış bir öğrenci için harika bir tesadüf.
ab'nin türkiye'ye akan paraları kesmeden önce göçmenlere karşı aldığı önlemlerden biridir.
kaldık mı yine biz bize?
kaldık mı yine biz bize?
pelikan dosyasının içinde yer aldığı iddia edilen kişi.
sözlük bile değil.
ermeni açılımı, kürt açılımı, suriye açılımı... açıl açıl bir açılımdır gidilen türkiye'de bir türlü gelmeyen açılım.
sevgili hükümetimize ve nazarında tüm firma sahiplerine sesleniyorum.
açık mektubumdur...
* ön sıralarda yer bulamadığım için 45 numaraya oturmak zorunda kaldığımda üst taraftan soğuk, alt taraftan sıcak hava yemekten bıktım! ayakları yanarken başı donan bu insanların seslerini duyun!
* sırf arka beşliye oturdum diye muavinin anlamsız sırıtmalarından yoruldum. hayır, öndeki yolculara inanılmaz bir alaka gösteren bu adamın arka beşliye gelince niye taşakoğlanı muamelesi yaptığını anlamış değilim. ciddi durdum yemedi, cool takıldım bana mısın demedi, ne boktan bir mevzudur bu ya?
* arka beşlide eşit cinsiyet dağılımı sağlanmalı. 5 tane erkeğin yan yana denk geldiği bir yolculukta -ki bunlardan en az ikisi kesin asker olur- uyumaya çalışmak ne pis iştir hiç düşündünüz mü?
* arka beşli, kalpsiz bir otobüsün kalbi, acı çeken muavinin afyonudur.
arka beşliye oturan insanlar outcast olmadıkları gibi ikinci sınıf yurttaş da değildir.
dünyanın tüm arka beşliye otura yolcuları, birleşin!
sevgili hükümetimize ve nazarında tüm firma sahiplerine sesleniyorum.
açık mektubumdur...
* ön sıralarda yer bulamadığım için 45 numaraya oturmak zorunda kaldığımda üst taraftan soğuk, alt taraftan sıcak hava yemekten bıktım! ayakları yanarken başı donan bu insanların seslerini duyun!
* sırf arka beşliye oturdum diye muavinin anlamsız sırıtmalarından yoruldum. hayır, öndeki yolculara inanılmaz bir alaka gösteren bu adamın arka beşliye gelince niye taşakoğlanı muamelesi yaptığını anlamış değilim. ciddi durdum yemedi, cool takıldım bana mısın demedi, ne boktan bir mevzudur bu ya?
* arka beşlide eşit cinsiyet dağılımı sağlanmalı. 5 tane erkeğin yan yana denk geldiği bir yolculukta -ki bunlardan en az ikisi kesin asker olur- uyumaya çalışmak ne pis iştir hiç düşündünüz mü?
* arka beşli, kalpsiz bir otobüsün kalbi, acı çeken muavinin afyonudur.
arka beşliye oturan insanlar outcast olmadıkları gibi ikinci sınıf yurttaş da değildir.
dünyanın tüm arka beşliye otura yolcuları, birleşin!
iller arasında kalan bölge ya da yolculuk.